SEVDİM BİR GENÇ KADINI [Günay Tulun]

Duyar duymaz sevilen şarkılar vardır. Tılsımlı gibidirler, sarıverirler insanı… Şu an söz ettiğim de öyle bir şarkı… 

Bizler, onu, “Sevdim bir genç kadını” sözcükleriyle başlayan ilk dizesiyle tanırız: "Özleyiş"tir o...

Tango ritmindedir. 

İçinde, buram buram sevgi kokan büyük bir hayranlığı barındırır.
Muhteşem bir eserdir. 


Güftesinin, Bedri Noyan’a ait olduğu söylenirse de bazı ipuçları, onun ortak bir çalışmanın ürünü olduğunu fısıldar. 
Sözlerin içinde barınan duyguların, Necip Celal Andel’in kalbinden kopup dudaklarına döküldüğü o kadar bellidir ki... Bedri Noyan, o duyguları bir araya getirmiştir. gelin, o sözleri hep birlikte ve dikkatle dinleyelim; okuyorum: 

Sevdim bir genç kadını, ansam onun adını.
Her şey beni ona bağlar, kalbim durmadan ağlar.
Aşkım hiç sönmeyecek, gitti o dönmeyecek.
Uzun yıllar geçse bile yaşarım hayaliyle.
” 


BİLMEYEN İÇİN ŞİFRELERLE DOLU BİR ŞARKI
Şarkı, daha ilk dörtlükte şifrelerini açar.
Gidip de dönmeyecek olan kim?
Kimdir o, adı anıldıkça Necip Celal'in kalbini ağlatan genç kadın?
Kimdir hayaliyle yaşanacak kadar bağlanılan?
Kimdir o, sönmez bir ateşle âşık olunan? 


Bugün, o güzel kadını hatırlayan çok az kişi kalmıştır.
Güzeller güzeli Evelyn Holt’tur o…

 * * *

KAHRAMANLARIMIZ HAKKINDA ON BİR PARAGRAFLIK GERÇEK BİLGİLER
Yazımın konusu olan kahramanlarımız hakkında özet de olsa yeterli bilgiyi vermezsem saygısızlık etmiş olurum. Belki bu yazıyı okuduğunuz dönemde onlar hakkında bilgi bulmanız mümkün olabilmiştir ama bu yazımı yazdığım şu dakikalarda özellikle Evelyn Hanım hakkında bilgi bulmak imkânsızdı. Onca kitaptan sonra interneti bile karış karış arşınladım. Ancak iki yerde bilgi vardı, onlar da eski bir yazıdan alınmış kısacık bilgi kırıntılarıydı ve ikisi de birbirinin kopyasıydı. Üstelik adı da soyadı da yanlış yazılmıştı. Fotoğrafı da yoktu. 


Doğru bilgiyi arayanlar için özel bir notum olacak. Kahramanlarımızla ilgili olarak bu denli geniş ve doğru özeti çok zor bulacağınızı söylemek zorundayım. Bu tür bilgilerden sıkılan ve işin yalnızca öykü kısmını sevenler için de bir önerim var. On bir paragraflık bu bölümün tamamını atlayıp öyküye dönsünler. 


Evelyn Holt, 1908 ila 2001 yılları arasında yaşamış ünlü bir Alman film yıldızıdır. Film yıldızı olduğu kadar da iyi bir şarkıcı... 1926 ila 1932 yılları arasında çok sayıda filmde oynamış; 1933'ten itibaren, Naziler tarafından, yarım kan Yahudi olduğu iddiasıyla sanatını icra etmesi yasaklanmıştır. 1938 yılında İsviçre'ye, aradan iki yıl geçtikten sonra önce İngiltere'ye, ardından da Amerika'ya geçerek Nazi zulmünden kurtulmuştur. 

Bir dönem, bestecimizin yolu da Almanya'ya düşmüştür. Gözlerinde ciddi bir hastalık vardır ve çalışmalarını inanılmaz ölçüde etkilemektedir. Tedavi için Almanya’ya gitmiş bu arada da Profesör Habermann’la tanışarak öğrencisi olmuştur. Necip Bey, Profesör Habermann'ın etkisiyle önceleri hafif müzik diyebileceğimiz tarzda besteler yapar. 1928 yılında da bilinen ilk sözlü Türk tangosu olan Mazi’yi besteler. 


Necip Celal Andel öyle bir solukta geçilecek isimlerden değil. Eserleri Avrupa ve her iki Amerika kıtası dâhil dünyanın çeşitli ülkelerinde çeşitli orkestralarca yorumlanmış, plak yapılmış, radyolarda çalınmıştır. Bunlar içinde Viyana'nın ünlü orkestra ve solistlerinin de olduğunu söylersem ne denli değerli bir müzik adamı olduğunu da anlatmış olurum. 


NCA 2Atatürk’ün de beğenerek dinlediği bu değerli insanın soyadını, Yahya Kemal Beyatlı’nın verdiği söylenir. 1908-1957 yılları arasında yaşamıştır. Röportajlarında; kendisine müziği sevdiren asıl kişinin öğretmeni Tahir Sevenay olduğunu anlatmıştır. En verimli çağında kaybettiğimiz bu büyük sanatçı, "Mazi" tangosuyla "bilinen ilk sözlü Türk tangosunun bestecisi" olarak müzik tarihimize geçmiştir. Dikkatinizi çekmiştir, ilk demedim ilk sözlü dedim. Çünkü ondan önce bazı enstrümantal tangolar var. Bunların başına, 1916 (1917 ?) yılında Mehmet Ali Feridun tarafından bestelendiği hâlde Uruguaylı dostu Gerardo  Matos Rodríguez tarafından intihal edilen "La Cumparsita"yı yazmak gerek. Aslında bu yapılana intihal demek çok kibar kaçıyor, açıkça konuşmak gerekirse bu emanete hıyanetle birleşmiş adi bir hırsızlıktır. Bilinen ilk tangocularımız arasında, "Tango Türk" adlı eseriyle  "Bahar Geldi Gül Açıldı, Hatırla Sevgili O Mesut Geceyi gibi Türk Sanat Müziği ve "Ayşe, Çaresaz, Efenin Aşkı, Gülfatma, Kerem ile Aslı" gibi operetlerin bestecisi ünlü kompozitör Muhlis Sabahaddin Ezgi bile var. 

Andel, eserleri Seyyan Oskay, Münir Nurettin Selçuk, Şecaattin Tanyerli, Ayten Alpman "Gencer", dâhil çok sayıda sanatçı tarafından söylenen; Fehmi Ege ve Necdet Koyutürk gibi tango orkestralarının repertuarlarından düşmeyen bir büyük bestecidir. "Klasik Batı Müziği" türünde de keman, obua, viyolonsel için konçertolar ve çeşitli liedler  bestelemiştir. Çok sayıda müzik aletini üst seviyede çalabilen yetenekli bir müzisyendir. "İstanbul Radyosu"nda birkaç arkadaşıyla birlikte "15 Günde Bir" adıyla başarılı bir program da yapmıştır. 


İlk besteleri "Sarı Yapıncak"la fokstrot ritmindeki "Daktilo"dur. "Mazi" ve bu iki eserin sözleri Necdet Rüştü Efe Tara'ya aittir. Millî Türk Talebe Birliği'ne ithaf ettiği "Gençlik" adlı bir marşı vardır. Atatürk'ün ricası üzerine yaptığı "Yalova" şarkısıyla 1948'de Fenerbahçe için yazıp bestelediği "Fenerbahçe Marşı" unutulmuş gibi görünse de tangoları hiç gündemden düşmemiştir. Yayınlanmış dokuz tangosu vardır. Bunlar "Ayrılık, Bir An İçin, Geçmiş Zaman Olur ki, Günler, Kimse Sevgimi Bilmez, Mazi, Özleyiş, Suna, Yıllar"dır. "Benim Şarkım ve Damla Damla" adlı iki tangosunun daha olduğu söylenir. Kayıtlarda ismine ulaşamadığım bir Fransız müzisyenin tangosuna "Gel" başlığıyla Türkçe sözler yazmıştır. Bu şarkı daha çok "Gel Seni Özledim" adıyla bilinir. Yahya Kemal Beyatlı'nın "Akşam Musikisi" adlı şiirini koro için dört sesli olarak bestelemiştir. İstanbul radyosunda çalınan ilk dört sesli tango "Benim Şarkım"dır. Tabii ki bunlar yalnızca benim tespitlerim. Bir köşeye gizlenmiş ya da birilerine emanet edilmiş başka eserleri de olabilir. 


Özleyiş'e ayrı bir sayfa açmak şart. Ayten Alpman'ın İngilizce söylediği "ToMorrow", Fazıl Sarper’in Fransızca sözleriyle "Amertume (Keder)", Fritz Schwanberg’in Almanca sözleriyle "Sehnsucht (Özlem)", J. G. Blanco Villalta'nın İspanyolca sözleriyle “Te Esperaba (Umutsuz)” bizim "Özleyiş"ten başkası değildir.  ToMorrow 78 devirli taş plaktır ve adı aynen yazdığım gibi basılmıştır. Bu yazılışta yanlışlık da olabilir, espri de... Birkaç anlamı olan "To"yu genelde "için, göre, karşı" anlamlarıyla kullanırız. "Morrow" ve "tomorrow" da yarın anlamında... Sonuçta şarkı adının anlamı da da birkaç  tane oluyor. "Yarın", "Yarın İçin", "Yarına Göre" veya "Yarına Karşı"... 


Yukarıda adlarını verdiğim eserlerden "Bir An İçin" adlı tangosunu dünyaca ünlü orkestra şefi Mantovani'ye, "Günler” tangosunu yine dünyaca ünlü maestro Xavier Cugat'a, "Kimse Sevgimi Bilmez"i Alman maestro Bardabas von Geczy'ye, "Yıllar" tangosunu ise Fazıl Sarper'in Fransızca sözleriyle hayranı olduğu bir dönemin dev sanatçısı Tino Rossi’ye ithaf etmiştir. 


Rahmetli annem Zatiye Tulun, Necip Celal Andel’in bir zamanlar Kuzguncuk sahilindeki 5 kapı nolu apart yalı "Şen Apartman"ın karşısındaki bir evde oturduğunu, sık sık piyanoyla tangolar çaldığını, sabahlara dek uyumadığını, çevrede ondan söz edenlerin “gözleri görmüyor” dediklerini anlatmıştı.
Ve dönüyoruz öykümüze...                                                         

* * * 
ÖYKÜMÜZE DÖNDÜK: KADER HER ZAMANKİ GİBİ AĞ ÖRMEKLE MEŞGUL
Holt, Necip Celal'in "Mazi" adlı tangosunu duyduktan sonra onun sanatına hayran olur. O tangoyu nasıl duyduğunu bilemiyoruz ama bu işte, Profesör Habermann ya da onun bir yakınının belki de bir öğrencisinin rolü olabilir.  Evelyn Holt'un Türkiye'ye gelme nedeni de aslında bu hayranlığa bağlı olarak Necip Celal'le tanışma arzusuymuş. 

Öyle ya da böyle, Evelyn Holt Türkiye'ye gelir ve Kadıköy’de, bugün, "Rexx Sineması"na dönüşen ünlü "Hale Tiyatrosu"nda sahne alır. Konserlerinde Necip Celal'in ünlü "Mazi" tangosunu da söyler. Necip Bey'in kendisine ulaşması da bu sayede olur. 


NİHAYET TANIŞIYORLAR
Necip Bey başlangıçta, yabancı bir şarkıcının Türkiye'ye gelip de konserlerinde onun eserini okuma olayını şaka sanıp geçiştirir. Aynı olayı Cumhuriyet gazetesinde okuduktan sonradır ki, Bayan Holt'u arar. Randevulaşırlar. Onu kaldığı otelde ziyaret eder. Tanışırlar. Bayan Holt kendisini son konserine davet eder. 


Neyse sözü fazla uzatıp da kimseyi sıkmayayım. Evelyn Holt, son konserinde de çeşitli dillerde şarkı söyledikten sonra, aniden, Necip Celal’in ünlü ”Mazi” tangosunu söylemeye başlar. O kadar içten o kadar güzel söylemiştir ki, izleyiciler büyülenmişçesine dinlerler. Bir, iki derken defalarca tekrarlatırlar. Her tekrardan sonra salonda müthiş bir alkış kopar. Tekrarlar sürerken Evelyn, izleyiciler arasında oturan Necip Celal’i takdim eder. Bu defaki alkışlar, "Hale Sineması"nı yıkacak gibidir. 


Kemanımla ona bir ses verebilseydim eğer,
Bu sesimle ona ersem bana dünyaya değer.
Ne yazık ki deniz engin, şu ufuklar ölgün,
Bin elemle doğuyor her yeni gün.
” 


SONRAKİ GECE
Konserin ertesi gecesi, “Suadiye Gazinosu”nda, oldukça kalabalık bir davetli grubunun huzurunda Evelyn Hanım için bir veda yemeği verilir.Sabah erkenden ülkesine dönecektir. 


O gece, sabaha kadar Necip Celal'le dans ederler.
Bir ara Necip Bey'den keman çalmasını ister.
Kendisi için... 


İşte birkaç şifre daha çözüldü.

Ses vermesi istenen keman, engin deniz, ölgün ufuk ve elemlerle doğan yeni gün! 

Gecenin şahitleri çoktur ama aralarından ikisi, çok iyi bildiğimiz isimler: Türkiye’nin ilk güzellik kraliçesi Feriha Tevfik'le gazetelerin ünlü Hollywood muhabiri Turan Aziz... 


Yarın olsun, yarın olsun diye renkler soluyor,
Neye baksam ne işitsem bana bin dert oluyor.
Bu karanlık günün elbet gelecektir sonu,
Kalbim özlüyor onu.
” 


NCA 3AYRILIK BELKİ ÖLÜMDEN BETER
Herkes vedalaşır, ayrılır. 

Necip Bey yürüyerek döner eve... 

Yol boyunca romantik duygular içindedir. Evelyn'in sıcaklığı ve sözleri aklından çıkmamaktadır. Dönüş yolunda, ilk nota ve ilk sözler kalbini yakan bir kor gibi dökülür dudaklarından. Neden sonra, yepyeni bir şeyler mırıldandığını fark eder. Yepyeni bir şeyler... 


Günün ilk şıklarıyla birlikte, Evelyn Hanım'a ithaf edilen tango doğmuştur. 


Üzerinde Necip Celal’in
kalbinden kopup, şiirleşen sözler vardır. Öyle sözler ki ancak âşık olanların, aşka düşenlerin anlayacağı türden. Aşkın o can yakan, yürekleri burkan acısını tadanların duyabileceği türden... O sözlerin son dörtlüğünü okurken, büyük bir özleme de tanıklık edersiniz. İnsanın içini yakıp kavuran, kavuşmanın imkânsız olduğunu anlatan bir özleme… 


Kavuşmak?
Nasıl olsun ki?
Onun adı “Özleyiş”, Evelyn'se ömür boyu özlenecek kadındır.
Tıpkı bir hayal gibi...  


ÖZEL BİLGİ NOTLARI:
1- Şecaattin Tanyerli ve "Sevdim Bir Genç Kadını"            

2- Tiyatrodan sinemaya dönüşen "Hale Sineması"nın adsal 
evrimi: Febüs, Apollon (Rumlara göre Teatron Halkidonas
yani Türkçesiyle Kadıköy Tiyatrosu), Hale, Reks ve Rexx. 

 Günay Tulun 

YOZ MÜZİKLE YOZ KAFA [Günay Tulun]


Konuya bu tür bir yazıyla değil de farklı yönden ele alan bir yazıyla girmek isterdim. Az önce gerçek bir müzisyenin "Türkiye de gerileyen müzik kültürü"nden dert yanan feryadını okuyunca, kendimi, bayramda tanığı olduğum bir olayı anlatmak zorunda hissettim.

Ülke çapında yozlaşan, yalnızca "din, ahlak, bilim, eğitim, siyaset, dil ve tarih kültürü, millî duygular, vatan sevgisi" gibi değerler değil. Sanat da bu yozlaşanlar arasında... Örneğin; iktidarın hışmını çekenler sırasında başı çeken dans ve baleden hiç söz etmeden sinema-tiyatro, resim, heykel, edebiyat, mimari diye saymaya başlayabilirim. En uygun yere de müziği yerleştirerek!

Ülkemiz insanının müzik zevki her gün biraz daha kötüye gidiyor. Allah'tan ki, eski eserler yerli yerinde... Yoksa iş, içinden çıkılmaz bir hâl alacak. Sırf o eserlerin hatırına, müzik kültürümüzü de işin içine katarak genelleme yapmadım.

Bu konuda herkes gençleri suçluyor. İyi de gençler ne yapsın?
Müzik diye önlerine konan acayipliklerle yetişiyorlar.
Doğal olarak, zevkleri de önlerine konan pespayelikten farklı olamıyor.

Âdettir ya, kendimden ve kendi zamanımdan örnek vereyim.
Bugün herkesin sıradan gördüğü muhteşem devlet okullarında, muhteşem öğretmenlerin öğrencisi olma şerefine eriştim. İlkokul öğretmenlerimiz, müzik konusundaki ilk bilgileri anlayacağımız şekilde verdi. Ortaokul öğretmenimiz rahmetli Ayhan Şenyuva Hanım'dı. Akses, Kodallı, Saygun, Tüzün, Bach, Mozart, Schubert, Schumann, Wagner ve başkalarını da öğretti. "Sanat ya da Halk" diye ayırmaksızın Türk Müziği eserlerini de öğreniyorduk. Diğer okullardaki durum da aynıydı. Aida’dan, İnci Avcıları’ndan, Carmen’den Türkçe'ye çevrilmiş parçaları notalarıyla söyleyebilirdik. Büyük bestecilerin yaşamını da eserlerinin neler olduğunu da bilirdik. Bu bilgiler, liseye gittiğimizde daha da derinleşip daha da çeşitlendi. Hem de haftada ancak bir saat süren dersler sayesinde...

Az sayıdaki radyo istasyonlarımızdaysa her türlü müziği dinlerdik.
Klasikler dışında, örneğin, “Hafif Batı Müziği” denen türü de...
Radyoevleri, bugünkü gibi değildi. Müzik cahili DJ'leri radyonun kapısından sokmazlardı. Arman, Buri, Çaplı, Ebcioğlu, Önal, Sporel o yıllarda akla ilk gelen isimlerdi. Dünyanın en ünlü orkestralarıyla sanatçıları ülkemize gelir; konserler verir, programlar yapar, hatta birçoğu yıllarca ülkemizde kalırdı. Çok sayıda olmasa da sanatçılarımızın bu türde besteledikleri eserler yabancılar tarafından da okunur, hatta ülkelerinde listelere girerdi. Tangolarımız, Arjantin tangoları kadar güzel ama onlarınkinden daha anlamlıydı. Napolitenlere türkülerimiz kadar yakındık. Birçoğu Türkçe sözlerle okunurdu. Hangi birini anlatayım, öylesine çok örnek var ki!..

Neyse sözü uzatmayayım. Şimdi de bir takım tipler ortaya çıkmış, elektronik “tıs çıs dam” sesini sürekli çıkaran aygıtlarla müziği katlediyorlar. Bir de edalarını görseniz, sanki notaları kenşfeden onlarmış gibi…

Bayramda böyle birini tanıdım. Devlet Senfoni Orkestrası’ndan bir kompozitörün romantik bir eserinin tanıtım kaydını; tek mezür dinlemeyi bile tamamlamadan, yalnızca iki notayı evet aynen yazıyorum, iki notasını duyduktan sonra saygısız bir ifadeyle “Basit!” diye niteleyip bir yana bıraktı. Hareket toplum içinde yapıldığı için dikkatimi çekti. Bana; özellikle tasarlanmış ve kendisine birtakım payeler yüklemek için yapılmış gibi geldi. Hadi bu saygısızlığı anlayıp hoş gördüm diyelim. İyi de söylediği basitlik neye göre? "Lanse etmeye çalıştığı bence haddinden fazla çirkin türe mi? Klasik ya da barok müziğe mi? Fado, balat, şanson, napoliten ya da türküye göre mi?" Bu konuda bizleri, derin (!) bilgisinden mahrum bıraktı.
Keşke aydınlatsaydı.

Belli ki, dünyanın en güzel müzik eserlerinin, modülasyon dışında pek fazla oynama yapılmadan bestelenen eserler arasından çıktığından da haberi yoktu.

Bir dönem, bir üniversite tezine yardım ettiğim için hayatları ve müzik anlayışları hakkında geniş çaplı araştırma yaptığım; Beethoven, Mozart, Bach ve benzerleri gibi üstün nitelikli sanatçılar bile iki notayı duymakla bir müzik eseri hakkında fikir yürütmemiş, eleştiri yapmamışlar.

Bu tür figürleri saçan birinin müziği, mutlaka "son derece komplike ve son derece kaliteli olmalı" diye düşünüp, "nerede dinleyebileceğimi" sordum. Müsait bir zamanda da verdiği adrese girip dinledim. Onun düştüğü saygısızlık yanlışına düşmeden, büyük sabır içinde, müzik diye lanse etmeye çalıştığı şeyi dinledim. Haksızlık etmemek için bir kez daha dinledim.
Sonuç: Müziğin bu denli kirletilebileceğini hiç düşünmemiştim. Hani Diyarbakırlının öyküsündeki gibi “müzik müzik olalı böyle katledilmemiş”ti.

Konuya yakın bir eski yazımda şunları söylemişim: “... Gençlerin nasıl zehirlendiğini sanıyorsunuz. Kabahatin büyüğü; sanal medyada kendi reklamını yapanların paylaştığı bu tür yoz ve vasıfsız müziğe takiye yorumlar yazıp 'beğen tuşu'nu basa basa yalama yapan hatır gönül tacirlerinde… Bunu görenler de bir halt sanıyor. Müzikle uğraşan herkese, müzik yayını yapan her birime, disk jokey çalıştıran her işletmeye ve tabii ki müzik öğretmenlerine büyük görev düşüyor. Bu konuda hemen gençleri karalayıp işin içinden sıyrılmaya çalışacağınıza elinizi taşın altına sokup, ülkedeki müzik kültürünü hiç olmazsa eski düzeyine yükseltin."

Evet, yükseltin!
Yoksa bu gidişle bugünleri bile arayacağız.
Ne dersiniz?